Okçu bir gün yürürken karşısına çıkan bir tahta parçasını gözüne kestirir ve onu kendine hedef seçer. Bugüne kadar kimsenin farkına dahi varmadığı tahta parçası o saatten sonra alelâde olmaktan çıkıp okçunun merkezi haline gelir. Onu vurabilme sevdasıyla dış dünya ile bağlarını kesip tüm hesaplamalarını yapmaya koyulur. Bu sırada orada geçmekte olan iki kişi okçunun haline şaşırır, güler “alâlade bir tahta parçası için girdiği zahmete bak”, “Vuramazsa sallanan masamın ayağı yapacağım onu” der biri, diğeri keser sözünü “ne ayağı, yakıp ısınmak en iyisi”…
Bugüne kadar hiç çaba sarf etmeden, hiç düşünülmeden, emek harcanmadan kullanılmak tahtanın zoruna gittiği için hep saklanmamış mıdır zaten. Oysa bu sefer öyle mi? Yaralanacağını bilmek, hatta ateşe pervane kelebekler gibi kül olacağını hissetmek gerçek ve saf bir sevgi karşılığında hiçbir şeydir tahta için.
Okçu baskın gözünün tersi eliyle tuttuğu okunu hizalar, yayını bir tutam gerer, bakar, artık okun gövdesi ve hedefin hayali bir çizgi üzerindedir; zaman durur, yay gerilir gerilir ve ok yaydan çıkar, bir mıknatısın demiri arzulaması kadar güçlü bir duyguyla tam ruhundan vurur onu. Tahta oracıkta cansızlaşır. Şimdi ne yapacağız der kalan iki kişi. Tahtanın ruhu arkasını dönüp uzaklaşmakta olan okçunun kalbinden fısıldar “geri kalanımı ister yakın, ister masanızın ayağına çakın”…
Kimbilir kimlerden geri kalanlarız