1984 romanı, İngiliz yazar George Orwell’in 1948’lerde yazdığı günümüzde de ilgiyle okunan
distopik bir eserdir. Distopik, ütopik’in ters anlamlısıdır. Yani ütopik eserler olağanüstü
güzellikler, olumlulukları yansıtırken distopik eserler; olumsuzluklar, kötülükleri konu edinir.
Ütopik eserlerde kurtlar kuzularla sarmaş dolaşken, distopik eserlerde sevginin adı bile yoktur.
1984’ün konusu Okyanusya denilen bir ülkede geçer. Okyanusya Özgürlüğün olmadığı,
yaşam standartlarının çok kötü olduğu, insanların ve herşeyin sahibinin devlet olduğu, bu
devletin sahibinin de tek parti olduğu ama işin garip tarafı insanların çok iyi, hatta en iyi
yaşam şartlarına sahip olduklarına inandırıldıkları bir ülkenin adıdır. Okyanusya halkı, yoğun
bir propoğanda altında, kendilerinin diğer ülke insanlarına nazaran daha iyi şartlarda
yaşadığına inandırılmıştır. Diğer ülkeler kötü durumdadır; oralarda raflar boştur. Ülkedeki
bütün icatların (uçak, gemi, vb.) partinin yaptığına inanılması istenir. İç ve dış düşmanlar
vardır. Bu bakımdan ülke devamlı savaş halindedir. Düşmanlar Okyanusyanın gelişmesini
istemez. Bu ülkenin tek dostu vardır; o da tek partinin temsil ettiği hükümet ve “Büyük
Birader”dir. Ülkeyi en çok seven ve tabii ki asıl sahibi bunlardır. Diğer insanlar marabadır;
parti için yaşarlar. Herkes birbirinin polisidir; parti için evlat babasını, anne çocuğunu
ispiyonlar. Düşünmek, sevmek, kitap okumak yasaktır; sadece parti ideolojisi düşünülebilir,
sevilebilir. Tarih, partinin istediği gibi yeniden yazılır. Akla aykırı da olsa gözle görülen
gerçeklere değil, partinin söylediklerine inanılır. Ülkede pahalılık mı var? En temel ihtiyaçlar
yok mu? Hayır! Siz yanlış görüyor, yanlış düşünüyorsunuz; çünkü parti böyle söylüyor ve siz
bu fikirlerinizden (düşünmek de yasak olduğundan) hemen vazgeçmezseniz aykırı
düşüncelere sahip diğerleri gibi buharlaşıp gidersiniz. Okyanusya’da herkes yarı aç yarı tok
yaşar. Yiyecek içecek karneyledir. Herkes devlete muhtaç, devlet babaya minnettarlıkla
bağlıdırlar. Muhalefet partileri (isyancılar) vatan hainidir.Onların tarafında olmak da ihanettir.
Büyük Birader ülkeyi hem iç düşmanlardan hem dış güçlerden koruyan yegane dosttur. O
olmasa bu vatan batar. Yoğun bir radyo ve sokak hapörlerleri sayesinde halk hiç bitmeyen
bu savaşın(!) gidişatından haberdar olur. Bir yerden bomba sesi gelir ama gerçekten bu
bombayı düşman mı attı? Nereye atıldı? Gören, bilen yoktur. Düşmanlar da devamlı değişir:
Bugün azılı düşman olarak duyurulan bir devlet yarın dost, bir saat önce dost olarak
gösterilen de aniden düşman oluverir. Nedenini, niçinini kimse düşünemez bile. Çünkü Büyük
Birader ne yaparsa doğru yapar.
George Orwell bütün bu olayları roman kahramanı Winston Smith üzerinden anlatır. Smith
hükümetin memurudur ama aykırı düşünmektedir. Fikirlerini paylaşacak birilerini ararken
kendisi gibi düşünen Julia’yla tanışır. Sevgili olurlar ama aşk da yasak olduğundan gizli gizli
buluşurlar. Smith muhalif birkaç kişiyle de tanışır. Ama bütün muhaliflerin başına gelenden
kaçamaz: Julia’yla birlikteyken yakalanırlar. Duvardaki gizli kamera herşeyi kaydetmiştir.
Üstelik muhalif zannettiği herkesin aslında Büyük Biraderin adamı olduğunu anlar. İşkence
altında herşeyi itiraf eder.Çıktığında Julia’yla karşılaşır. Birbirlerini ihbar ettiklerini anlarlar; bu
onlar için yıkım olur; artık inanacakları bir şey kalmamıştır. Smith, gördüğü ağır işkencenin de
etkisiyle artık Büyük Biraderci olmuştur; eski aykırı düşünceleri gitmiş yerine Büyük Birader
sevgisi gelmiştir.
Ülkede ters giden şeyler varken size normal geliyorsa ve siz kendinizi bildik bileli darı olarak
görmeye inandırılmışsanız, hep bir beka sorununuz varsa o zaman Orwell’in:”Hepimizi satın
almışlar; hem de kendi paramızla..” sözünün gerçekleştiğinden şüphe duymamız gerekmez mi?