Yaşadığı bu topraklar kendisine artık yabancı geliyordu. Gökyüzü kararmış adeta felaket
günlerinin habercisi olmuştu. Nefes almakta güçlük çekti. Bir daha kanat çırptı gökyüzüne .
Hayat nasıl da bir şeydi? Diğer kuşlar gülüyor, takla atıyor, süzüle süzüle uçuyordu. Yanyana
kanat çırparken sanki başka hayatları yaşıyorlardı. Habersiz ve umursamaz hayatlar… Hayat
böyle bir şeydi işte. Kimisi güler kimi ağlar; ve hepsi aynı anda olur bunların. Serinlemek için
biraz daha yukarılara çıktı. Hava aslında soğuktu ama nedense kendisi daha da serinlik
istiyordu. Bu topraklarda doğmuştu ve şimdi bu topraklarda yabancılaşmıştı. Bir ağaç dalına
kondu. Durup düşünmesi lazımdı; hiç düşünmek istemediği gerçekleri. Gerçek miydi bütün
bunlar yoksa hayal mi? Etrafı sonbahar renkleri sarmıştı. Yeşilin tonları gitmiş; sarının,
turuncunun renkleri gelmişti. En çok sevdiği mevsim sorulsa sonbahar derdi. Meyvelerin en
tatlı olduğu zamanlardı çünkü. İçinde yaşadığı duygulara da uygun geliyordu sanki sonbahar.
Yaz ve baharlar bitmiş ruhunun da sonbaharı başlamıştı. Yine baharlar gelecek diye düşündü
ama kendisine de gelir miydi acaba? Sonra bahar dediğin nedir ki diye düşündü . Kimine
bahar, kimine kıştı bu hayat. Bahar dediğin üç beş taze meyve, üç beş papatya, lale mi
olmalıydı? Bahar dediğin içinde açmalıydı ta ruhunun içlerinde…
Oğlu ve kızıyla birlikteydi. Artık uçmuyorlardı. Dışarıda mevsim baharmış; etrafta kuşlar uçar,
çiçekler açarmış ama onlar artık tutsakmış. Buraya nasıl girdiklerini hatırlamak bile
istemiyordu. “Kafes neyi örterdi ki? Kafesler neyi tutsak edebilir ki? Bedenleri mi tutsak eder
kafes? Ruhumu da tutsak edebilir mi?” diye düşündü anne kuş. “Bizi buraya neden
hapsettiler?” dedi, kısık ve korku dolu bir fısıltıyla oğlu. Kızının yüzündeki korku dolu gözlere
ise hiç bakmak istememişti anne. Eskiler derlermiş ki, kafes ayrı bir hayattır, mezardaki gibi .
Gökyüzünden, sevdiğin çiçeklerden dallardan, yuvalardan uzak kalırsın; ve onların
hayatındaki yerini öğrenirsin yeniden, onlara aşık olduğunu anlarsın sonra. Bir daha da hiç
unutmazsın. Eğer birgün uçarsan yine uçsuz bucaksız göklerde, o günleri hatırlarsın. Ve
dersin ki ey gökyüzü, ey semalar ve ay kuşlar, ey börtü böcek sizleri seviyorum. Sizleri ne
kadar seviyormuşum da haberim yokmuş. Tıpkı, yaşamışım da haberim yokmuş, yaşlanmışım
da haberim yokmuş, sevmişim de haberim yokmuş gibi…. Oğlum, dedi anne cevap sadedinde:
Biz kafeste yaşayan özgür kuşlarız . Onlar ise dışarda yaşayan tutsak kuşlar. Özgürlük nedir
evladım? Eğer başkaldırabildiysen tutsakılığa özgürsün demektir. Eğer bu vatan benim, bu
gökyüzü benim diyebiliyorsan ve baş eğmiyorsan hayatın yalanlarına senden özgür kim vardır?
Eğer de ruhunu satmışsa bir canlı, kendine rağmen yaşıyorsa bir ruh, ve hele başkalarının
yaşaması için yaşıyorsa bir kuş ondan daha tutsak, ondan daha köle kim vardır? Bazen olur ki
saraylar senin zindanın, zindanlar senin sarayın olur oğlum! Hayat bir kuşun beyninde,
inancında, vicdanında yaşanır. Bedende değil ruhtadır sızı ama onu bedende sanırız. Bizi bu
kafese koyanlardır asıl tutsak. Bedenlerinin esiri olmuşlardır. Sevmeyenler, sevilmeyenler,
hayatı bilemeyenler, anlamayanlar, yaşamak nedir, ölmek nedir? düşünmeyenler, vicdanını
susturanlardır asıl tutsak. Biz yine göklerde uçacağız birgün; hem de hiç yorulmadan
özgülüklerden özgürlüklere doğru hep kanat çırpacağız. Çünkü ruhunu satmayanların
hakkıdır özgürlük. Bizi tutsak edenlerse önce vicdanlarında sonra da zamanın dehlizlerinde
boğulacaklar; çünkü yaşamak hakları değildir başkalarına hayat hakkı tanımayanların.
Gökyüzleri bizim için, gayyalar da onlar içindir. Kuşlara gelince onların kaderlerinde vardır
zaman zaman kafeslere alınmak.. Yarınların daha güzel olması için gereklidir bu. Çünkü güzel
günler bedel ister; güzelikler ise çirkinliklerin yanında fark edilir.