Turgay Kılıç

Hilâl Kaplan'ın kitabında LGBTİQ+lar ve kadınlar

Turgay Kılıç

Sabah gazetesi yazarı Hilâl Kaplan, 2021’deki İstanbul Tuzla’da düzenlenen 4. Tuzla Kitap Fuarı’na katılmıştı. Fuarda sadece bir gün kaldım ve Bursa’ya döndüm. Hükümet yanlısı  Kaplan, yeni kitabını imzalamadan önce, söyleşi de yapmış. Tabii ki o söyleşiyi dinlemedim, Bursa’daydım.

Kaplan, Fethullah Gülen döneminde en sevecen, Gülen’i en çok öven, methiyeler dizen bir gazeteci, yazardı. Şu an da öyle, bakmayın bu şekilde durduğuna. Attığı tüm twitler kayıtlarda duruyor. Fethullah Gülen Hazretlerine methiyeler dizdiği o twitler; hâlâ Google’da kayıtlıdır.

Rüzgârın estiği yöne doğru gazetecilik yapanların sayısı bayağı arttı. Çünkü rüzgâra göre hareket eden patronlar, iş insanları, gazete sahipleri var artık. Bir tür piranaların; ülkeyi sarması gibi.

Gülen dönemindeki tüm faaliyetleri ifşa eden gazeteciler, yazarlar, aydınlar tutuklandı; Gülen cemaatini övenler yağlı işlerde, ballı maaşlar ile geçiniyor. Bugün ise o yağlı ve ballı gazeteci, yazarlar, yine aynı durumdalar; ama karşıt duranlar ise yine hapiste. Çünkü vezir gitti, şah aynı oyunu sürdürüyor. Şahın devrilmesi gerek, sarayın ise yıkılması. Nitekim HDP’nin tutuklu eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demiştaş: “Krala yaslanmayın, düşersiniz,” demişti.  Düşüyorlar, bir bir. Domino taşları gibi, az kaldı.

Gazeteci Kaplan, “Ailenin adı yok ya da neden feminist değilim?adlı bir kitap yazmış. Kitap bir şekilde elime geçti. Cinsel yönelimleri eleştirmeler, çocuklardaki cinsel tercihlerin ayıplamaları, aile üzerinden giderken kadını da metalaştırmalar… Ne ararsanız var. Kitabı birkaç saat inceleyince, bunun için bunca uğraşa girmesine şaşmadım tabii ki. Rüzgârın estiği yöne göre gidiyor yine…

1.jpeg

Kaplan, kitabının 102’inci sayfasına, şunları ekliyor:

Kadın cinayetleri yok, genel olarak hepsi cinayet,” diye indirgemeci bakanlar bir yana, bu cinayetlerin özgün tarafı tam da maktul ile katil arasındaki ilişkiden kaynaklanıyor. “Kadın cinayeti” diyerek, mağduru ve mazlumu kimliksizleştirmiş oluyoruz; zalimi değil. Dolayısıyla bu tanımlamanın İslâm dışı olduğu tezine de katılmıyorum. Hatta bu kavramsallaştırmayla, feministlerin iddiasının aksine kadının gerçekten de önce ailesi, sonra da yaşadığı toplum ve devleti tarafından daha fazla korunmaya ve kollanmaya ihtiyacı olduğunun altı çiziliyor ki bu da İslâm’ın önerdiği perspektife uygun olandır.

Kavramsal çerçeveyi belirledikten sonra bir olgu olarak kadına yönelik şiddet verilerine de bakmak gerekiyor. Örneğin Hacettepe Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye’de evlenmiş kadınların yüzde 36’sı eşleri tarafından yaşamlarının bir döneminde fiziksel şiddete maruz kalıyorlar. Yine CHP-HDP çizgisinde yakın duran ve feminist bir yapılanma olan “Kadın Meclisleri”nin yayınladığı verilere bakıldığında, bizzat kendilerinin iddia ettikleri gibi “İstanbul Sözleşmesi’nin yaşatmadığını” bilakis sözleşme imzalandığından bu yana her sene kadın cinayetlerinin katlanarak arttığını ve imza atıldığından bu yana ise tam iki katına çıktığını görmemiz gerekiyor.”

Bu satırları yazan Kaplan’a göre; kadın cinayetlerinin sebebi, kadını daha kapsamlı koruyan ve uluslararası sözleşme olarak tanımlanan asıl adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi,” İstanbul’da imzalandığı için ‘İstanbul Sözleşmesi‘ adını alan sözleşmenin imzalanmasıymış.

Oysaki İstanbul Sözleşmesinin maddelerine baktığımızda, eşitlik, özgürlük, kadınların ve erkeklerin cinsiyet alanındaki toplumsal eşitliğinden, şiddeti, baskıyı, psikolojik her türlü tehdidi ortadan kaldırmak adına yazıldığını görebiliriz. Madde madde okuduğumuzda ve bu sözleşme harfiyen yerine getirildiğinde kadın cinayetlerinin en aza indirmek mümkün.

1_1.jpeg

Kaplan’a ilginç gelen nokta

Hilâl Kaplan, devam ediyor yazılarına ve ona ilginç gelen kısmı da ekliyor sayfalarına:

Ancak ilginç olan, sözleşmenin getirdiği 6284 nolu kanunda oldukça geniş ve yasa metninden beklenmeyecek muallakta bir şiddet tanımı var. Buna göre şiddet; kadının fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketler olarak tanımlanıyor. Yani şiddet görmeniz ihtimalini size hissettiren her şey fiziksel şiddet ile eş değer tutulup aynı kapsama dâhil edilmiş. Hukuk tarihinde, suç tanımının “his”lere bağlandığı tek durum bu olabilir.

Dolayısıyla size şiddet uygulanabileceğini düşündüğünüz veya uyguladığını hissettiğiniz kişi (ki bu genelde koca oluyor) örneğin size istediğini kadar alışveriş parası vermezse veya annenize gitmenizi engellerse ya da arkadaş çevrenizi değiştirmeye zorlarsa dahi şiddet uygulandığını söyleyerek yetkililerle irtibata geçip eşinizi polis eşliğinde evinizden aldırtabilirsiniz. Kadınlar fiziksel şiddet ve tehdit hariç ne sıklıkla uzaklaştırma kararı aldırıyorlar, bilmiyorum. Bildiğim, fiziksel şiddetin uygulanmadığı veya tehdidin söz konusu olmadığı durumlarda, karı-koca arasındaki her türden anlaşmazlığın bu şekilde adli bir vakaya dönüştürülmesinin, diğer tüm seçenekleri eleyip devleti direkt mahrem alana davet etmenin ve kocaya adli bir suçlu gibi evinden koparmanın pek sağlıklı sonuçlar doğurmayacağıdır.”

Yazar Kaplan, olayı çok farklı yöne çekmiş. Kaplan’ın bu ifadeleri; dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun:Türkiye’de bulunan canlı bombaların isim listesi elimizde, ancak eylem yapılmadıkça tutuklayamıyoruz,” sözünü hatırlattı.  (Sözcü 12.10.2015)

Oysaki İstanbul Sözleşmesi’nin 3’üncü maddesinin a) bendinde şunlar yazılıyor:

Kadına karşı şiddetten”, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık anlaşılacak ve bu terim, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır.”

Kadın, ne zaman, nasıl şiddete uğrayacağını az çok kestirebilir. Ya da bir tokatla karakola gitmeyen, biraz daha evinde yaşanan olayların dinmesini bekleyen kadınlar var. Kredi kartını vermedi diye hiçbir erkek karakolluk olmaz. Ya da hiçbir erkek, “Annenin evine, arkadaşına gidemezsin,” diyemez. Bu zaten sözleşme dışında bir özgürlük kısıtlamasıdır. Oysaki eşitlikten, özgürlükten yana bir toplum olmalıyız. Bunu sözleşemeye bağlayıp, kadının evdeki tehditlerini meşru görmesi, tarikatların “Evinin hanımı, erkeğinin kölesi ol” yaklaşımından esinlenmiş belli ki.

Sabah’ın gazetecisi Kaplan, Türkiye’de öldürülen yüzlerce kadının, iş yerinde, dışarıda istismara maruz kalan kadınların neler yaşadığını bilmiyormuş gibi yazmış.

1_2.jpeg

Ayrıca Kaplan, kitabının 108. sayfasında kadınların eşleri tarafından gördüğü şiddetten dolayı erkeğin evden uzaklaştırılmasını mantıklı bulmuyor, şunları yazıyor:

Bakırköy’deki aracında bulunan kız arkadaşını darp eden, buna tepki gösterenlerin üzerine aracını süren 9 kişini yaralayan Görkem isimli bir sanığın, daha ikinci durulmasında tahliye edildiğine şahit olduk. Yine Gaziosmanpaşa’da elindeki sopayla bir kadını öldüresiye döven F.M. isimli şahıs, yargının “yumuşak” davrandığını hissettiren bunun gibi sayısız örnek varken, yani şiddet hak ettiği kadar şiddetle cezalandırılmıyorken, aile içi sözlü tartışmaya müdahale edip erkeği evden uzaklaştırmak neyi çözecek, anlamıyorum.

Çocuklarda LGBTİQ+ tercihi

Bazı ünlülerin çocuklarının eşcinsel olduğunu da eklemiş Kaplan. Avrupa’daki ünlülerin çocuklarının cinsel tercihleri üzerinden de politika yapan ve buna karşı çıkarak, “Ben demiştim gibi uyarıda bulunmaya çalışan Kaplan, eşcinsel çocukların üzerinden şunları yazıyor kitabında:

O yüzden şimdi sizlere Türkiye’de pek konuşulmayan ama ülkemizdeki eşcinsel kimlik siyaseti böyle devam ederse, bir yirmi yıl sonra bu sayfalardan size maalesef “ Ben demiştim,” diyerek el sallayacağım bir meseleden bahsetmek istiyorum: “Eşcinsel çocuklar.”

1_3.jpeg

1_4.jpeg

Ayrıca CHP’nin Kadıköy Kent Konseyi LGBTQ+ Meclisi tarafından hazırlanan afişi de paylaşarak; “23 Nisan’da, ülkemizde en büyük şehrinin en kalabalık CHP örgütlerinden birisi olan Kadıköy’ün “CHP Kent Konseyi ve LGBTQ+ Meclisi”nin imzasıyla yayınlanan broşürden bir kare… Şöyle diyor:

Bugün 23 Nisan. Yok sayılan, baskı, şiddet ve zorbalıkla yüzleşen, “onarım terapisi” adı altında istismara maruz bırakılan LGBTİ+ çocukların bayramı…”

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, size 23 Nisan’ı çocuk bayramı ilan ederken, aklında kuracağı partinin imza atacağı bu rezillik var mıydı dersiniz? Ya da kurucusu olduğu partinin 47 belediyesinin eşcinsel bayraklarıyla onur yürüyüşlerini “onurlandıracağı” var mıydı, dersiniz?”

Hilâl Kaplan, beni twitterdan engellemiş aylardır. Kendisinin yazdıklarını göremiyorum artık; ama bu kitapla da bir kez daha kendini ifade etmiş oldu. Ki sürekli buna benzer konularda Saray’a sırtını yaslayan açıklamalar yapar.

Zannediyor ki Kaplan, LGBTİQ+ cinsel yönelimi, öyle keyfi bir şeymiş gibi düşünüyor. Evden çıkmadan, “Hele ben gidip biraz LGBTİQ olayım da geleyim,” der gibi bir şey zannediyor sanırım. Bu ergenlik döneminde, hormonsal belirtiler üzerine ortaya çıkar. Demek ki yapılan araştırmalarda çocukların da LGBTİQ+ bireylerinin olduğu belirlenmiş. Ki bunu şu an en belirgin kadın örgütleri(Kadın Meclisleri, Kadın Platformu, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, LGBTİQ+ Meclisleri) bilir.

LGBTİQ+ yönelimli çocuklar, hormonlarının verdiği etkiyle, bu tercihi, kararı alırlar; ama topluma söyleyemezler. Nitekim kaynaklar, Osmanlı Döneminde de buna benzer cinsel yönelimi farklı bireylerin olduğunu söyler. Baskıcı toplumlarda bu durumlar pek belirgin değildir. Türkiye, son zamanlarda büyük çağ atlamaya girdi; ama maalesef sancılı bir baskı sürecinden de geçiyor. Öte yandan zamanla kendini ifade edebilen gençlerin varlığı ve anlayışlı ailelerin de kendini gün yüzüne çıkarmasıyla artık LGBTİQ+ bireylerin varlığını herkes görebiliyor.

Mustafa Kemal Atatürk’e ayyaş” diyenlerle saf tutan Kaplan, Atatürk’ün ilkelerini yok saymış, yapılaşmasına ve düşüncelerine karşı çıkanların safınca yazıyor. Bunu da Gazi Mustafa Kemal Atatürk” diyerek üzerinden bu olayı çarpıtmaya çalışıyor.

Sayfalarca yazdığı kitapta, yine nefretini, ayrımcılığını, ötekileştirme yapısını kusmuş. Çok değil; iktidar değiştiğinde bunlar da rüzgârın yönüne göre değişecektir. Bu haftaki lodos umarım onlara bir şeyler öğretmiştir.

Yazarın Diğer Yazıları