Karışık rüyalardan çıktığı sıradan bir gecenin sabahındaydı. Çayını koydu, mütevazı kahvaltı sofrasını hazırladı. Akıllı telefonundan günlük haberlere bakarken televizyonundan TRT Türkü kanalını açtı, çocukluğundan beri kulaklarının aşina olduğu nağmeler ruhuna ilaç gibi iyi gelirdi. Su şırıltısı gibi bir kadın sesi:
“Uzun ince bir yoldayım.
Gidiyorum gündüz gece.
Bilmiyorum ne haldayım.
Gidiyorum gündüz gece.” diyordu.
Memleketlisi Aşık Veysel’in ölümü anlatan ölümsüz sözleri zihnini bulunduğu boyuttan çekip başka bir boyuta götürdü.
Hayatın uzun ince yolunda elli yıla yakın bir süredir gece gündüz yürümüştü. Ne halde olduğunu bilmeden geceler gündüzler geçip gitmişti. Bu, dünyaya gelinen andan itibaren başlayan bir yürümeydi. İnsan, ölüm denen bir sona doğru, doğum kapısından girip ölüm kapısından çıkana kadar dünya hanında gece gündüz gidiyordu. Çıkış kapısı, her yolcuya yaşı kaç olursa olsun uzak görünüyordu. Oysa yol, bir dakikacık kadar kısaydı. İnsan ilk nefesiyle beraber ölmeye de başlıyordu aslında. Montaigne’nin dediği gibi: “Yaşamak, ölümcül bir hastalıktı.”
Kendini düşündü o dakika. Yaşamayı sevdiği kadar ölümden nefret ediyordu. Ölümün yüzü soğuktu, daha çok uzun yıllar yaşamak istiyordu, en azından çocukları büyüyünceye, kendine ihtiyaç duymayacak bir yaşa gelinceye kadar yaşasaydı.
Ölüm, kendi kapılarını da sıklıkla aşındırmaya başladığından beri gelip yüreğinin başköşesine oturmuştu korkutucu bir misafir gibi. Önce babasını almıştı çok hazırlıksız oldukları bir zamanda. Adamcağızın çoluk çocuğunu büyütüp tam rahata erdiği vakitte vadesi dolmuştu. On yıl sonra da annesi ölmüştü. Anne ölümü, baba kaybı ile çatısı yıkılan bir evin dört duvarının da yıkılıp hayatın yağmuruna, rüzgârına, karına, yakıcı güneşine karşı alaçık ortada kalmaktı. Annesi ölünce, dünya hanının çıkış kapısının eşiğine gelmiş, hatta bir ayağını eşiğin diğer tarafına atmıştı sanki, yarısı burada yarısı orada. Ölüm türlü türlü hallere giren bir şeydi, bütün kusurları kapatan bir karanlık perde gibiydi, ölen kişinin bütün hataları unutuluyor, dünyanın en masum kişisi oluyordu. Ölüm, sevenlerin hafızasında ölenin bütün günahlarını temizleyen güçlü bir dezenfektandı. Ölüm kaçınılmaz bir son, denizin bittiği yerdi.
Bu düşünceler içindeyken telefonun mesaj kısmından gelen sinyalle kendine geldi. Mesaja baktı. Bir yıldır kanser tedavisi gören kendinden bir iki yaş küçük arkadaşının hayatını kaybettiğini, cenazenin kalkacağı yeri ve zamanı bildiriyordu mesaj. Öyle kalakaldı. Demek Selma da eşiğin öbür tarafına geçmişti. Ne kadar hayat doluydu, dünya ile ilgili bir sürü hedefi vardı. Ne kadar çalışkan ve birikimliydi. Ama ölüm hepsini silip dümdüz etmişti işte. Bütün güzellikleriyle toprağın altına terk edilecekti. İçine ağır bir keder çöktü ve zihninde gene Aşık Veysel konuştu:
“Açar solar türlü çiçek.
Kimler gülmüş kim gülecek.
Murat yalan, ölüm gerçek.
Dostlar beni hatırlasın.”
Şu mısralarla galiba şimdi ölüme karşı tek çareyi bulmuştu. Bu dünyaya gözünü yumacağı zamana kadar “güzel” hatırlanacağı işler yapmalı, geride fikrini, zihnini, hissini anlatan ölmeyecek satırlar bırakmalıydı.