Yasemin Kaya

Beyaz sabun kokusu

Yasemin Kaya

“Annem öldü.” Bir evladın ağzından çıkacak en acıklı sözlerden birisi bu, annenin de evladın da yaşı kaç olursa olsun. Annemin ölümünün yüreğimdeki ağırlığını konuşmak için beni teselli etsin diye etrafta annemi aradım. Bu, benden çıkan gene bana dönen zehirli bir ok gibi oldu, yaram daha da derinleşti, ruhum yalnızlık uçurumundan aşağıya düştü, incecik bir dala tutundu, kaldı. Dünyaya altı çocuk getiren, altı kere hayat veren, altı başka dünya kuran annem, son bir derin nefesle dünyayı bıraktı, gitti. Her şey bir oyun olsaydı kendi canından başka altı canı daha vardı ama gerçekle oyun farklıydı. Bu oyunda sobelenince yedek canlar işe yaramıyordu.

Annemin vefatından bir süre sonra kardeşim, annemin özel eşyalarının olduğu sandığı bana getirdi, bıraktı. Ceviz ağacından gövdesiyle alelade, dümdüz, öyle oyması falan olmayan bir sandık. Evlenirken alınan birkaç çeyiz eşyasından biri, muhtemelen en değerlisi. En değerlisi olmalı ki çocukken ona yanaşmamızın, elimizi sürmemizin bile yasak olduğunu dün gibi hatırlıyorum. Annemin evde olmadığı zamanlarda gizlice açıp içindekilere bakmışlığım da vardı. Bir çocuğun ilgisini çekecek hiçbir şey olmamalı ki bu yasak çiğnemelerim iki defayı geçmemişti. Kira evlerinde dolaşa dolaşa yaralı bereli gövdesiyle, bir zamanlar gövdeye bitişik olduğu arkasındaki paslı demir menteşelerden anlaşılan ayrık kapağıyla üstelik kilidi de kırık bir sandık. Evin müsait bir köşesine koyduktan sonra günlerce o köşeye doğru bakamadım bile. Sanki sandık, o köşede annem olmuştu, beni sessizce izliyordu. Her baktığımda kalbimden derin bir “off”,  gözlerimden dolu damlalar dökülüyordu.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, her yara kabuk tutmaya, her hastalık iyileşmeye mecbur. Bu, eşyanın tabiatında var. Hiçbir acı ilk günkü haliyle kalmıyor, hiçbir sevinç sonsuz olmuyor, insan her hâle, her zamana alışıyor, uyum sağlıyor. Galiba içimizdeki en güçlü güdü, yaşama güdüsü. Başımıza ne gelirse gelsin, kaldığımız yerden yeniden başlama yetisine sahibiz. Sanki o acı günler hiç olmamış gibi, sanki hiç yıkılmamışız gibi yeniden hayat savaşı cephesinde yerimizi alıyor, mücadeleye devam ediyoruz. Evde yalnızdım, ellerim titreye titreye ceviz sandığın başına geçtim, zaten seyyar duran kapağı alıp yana koyduktan sonra içindekilere bakmaya başladım. Yarı yarıya boştu sandık. İçinde üç beş tane, renkli, küçük hurç vardı. Yaşlı kadın, zaten bir şey olmasını beklediğim de yoktu. Babam öldükten sonra her birimizde zaman zaman kalsa da asıl yerini benim bir yaş küçüğüm olan erkek kardeşim olarak belirlemişti, onda ev sahibi, bizde misafir kabul ediyordu kendisini. Anadolu kadınlarını bilirsiniz, kaç kez “Gel, benimle kal devamlı, benim ve çocukların sana ihtiyacımız var” dediysem de ezberlediği doğrulardan şaşmamış, “Oğlunu bıraktı da kızında kaldı, dedirtmem kimseye, gelirim giderim, aylarca kalırım ama asıl yerim oğlumun evi” demişti. Ve en son morgda biten hastane serüvenine onun evinden geçmişti. İlk hurçta rengârenk oyalı yazmaları vardı. Bazıları günlük kullandığı, bazıları özel günlerde, misafirlikte örttüğü anne kokan yazmalar, başörtüler, eşarplar. Diğer bir hurçtan patikler, kullanılmamış çamaşırlar çıktı. Muhtemelen kendisine hediye gelen eşyalar, çünkü hepsi yepyeni, kullanılmadığı belli. Başka bir hurçtan ördüğü banyo lifleri çıktı. Annem çok güzel lif örerdi, son yirmi yılda gelinlerine, torunlarına, etrafta evlenecek akraba kızlarına yüzlerce lif örmüştü. Eli boş kaldığında kendisini kötü hissettiğini söyleyip renk renk model model lifler örüyordu, bunlar dağıtmadıklarıydı. Bir başka hurçtan çantası, cüzdanı, tarağı, el aynası vesaire çıktı. Başka bir hurçtaki kutudan takıları çıktı, imitasyon yüzükler, bilezikler, kolyeler. Son yıllarda, bu dar çevrede dedikodu konusu olacak kadar takan takıştıran, süslü bir kadın olmuştu. “Anacığım, hiç kimseye aldırma, istediğin şekilde süslen, giyin, tak takıştır.” diyerek en büyük destekçisi ben olmuştum.

Devamı haftaya…

 

Yazarın Diğer Yazıları