Lale Devri’nin büyük şairi Nedim’in çok ünlü bir gazeli vardır. Gazel türünü bilirsiniz, sevgiliye duyulan aşkı, hasreti, onun güzelliğini anlatan coşkulu şiirlerdir. Gazel şu beyitle başlar:
Haddeden geçmiş nezaket yâl ü bâl olmuş sana.
Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı âl olmuş sana.
Nedim der ki sevgilisine, “nezaket”, maden işleyenlerin madeni, en incecik haline getirdikleri hadde işleminden geçirilmiş, gelip senin o ince, biçimli boyun posun olmuş. Şarap, şişeden süzülmüş, gelmiş o kırmızı yanağının al rengi olmuş.
Evimin hemen karşısında bir ortaokul var. Bazen öğrencilerin okuldan dağılma vaktine denk geliyorum. Kızlı erkekli gruplar halinde caddeye dağılıyorlar. Öyle tazeler ki, öyle güzeller ki tomurcuklu birer gül dalı gibi. Bazen gene sokaktayken yakındaki lisenin paydos saatlerine rastlıyorum. Okul kapısından dışarıya öyle bir hayat coşkusu, öyle bir yaşama sevinci fışkırıyor ki orta yaşlarımı süren ben, biraz yakın dursam da güzel bir koku gibi o güzel enerji bana da bulaşsa, ruhuma sinse diyorum. Pırıl pırıl gülüşleri, ışıl ışıl yüzleri, gül fidanı gibi bedenleri gördükçe halk şiirinde çokça geçen “on beş on altı yaş güzelliği”ni anlıyor, onaylıyorum. İçimden bir sürü hatıra kuşu o yaşlarıma kanatlanıyor, o yaşlarımda yapabildiklerimden çok, yapamadıklarım için; ruhuma bir pranga gibi takılan yazılmamış toplum yasalarıyla, törelerle engellenmelerim için keder duyuyorum.
Biz, sosyal hayata çok kapalı, ‘ayıp’, ‘günah’, ‘yakışıksız’ sıfatlarının bolca olduğu ortamların çocuğuyduk, genciydik. Evde, okulda, mahallede, öyle ağır, öyle öz sevgi ve güvenimizi yaralayan, ruhumuzu örseleyen; zihnimize sayısız kötü anılar mezar taşı diken bir terbiyeden geçtik ki çocuklarımız aynı şeyleri yaşamasın diye yollarını açabildiğimiz kadar açtık, onlara her nimeti ikram edebildiğimiz kadar ettik. Şimdiki gençler; ‘ayıp’la ‘günah’la kişiliği yıpratılmış benim neslimin yetiştirdiği rahat, serbest çocuklar. Özgüvene, öz sevgiye sözüm yok. Zaten nihaî hedefimiz buydu; mutlu ve zihninde kötü anılar mezarlığı olmayan çocuklar yetiştirmek. Bizi yetiştirenleri suçladığım gibi bir anlam da çıkmasın sakın; her ana baba, çocuğu için en iyisini ister; her eğitimci ülkesinin yarınlarını en yetkin ellere teslim etmeyi hedefler. Bizim büyüklerimiz, bize uyguladıklarından daha katı bir terbiyeden gelmişti. Onların büyükleri onlardan da ağır şartların insanıydı belki. Gelişen dünya ile değişen maddi manevi şartları tabii ki göz ardı etmemeliyiz. Neticede insan, bildiğiyle, gördüğüyle yol yürür.
Benim demek istediğim bütün bunların dışında bir şey. Yitirilen bir değerle ilgili mesajım. Biz son devirde çok güzelleştik, serbestleştik, rahatladık ama “nezaket”i kaybettik. Küçükten büyüğe doğru hiç ‘nazik’ olmayan bir toplumun içinde yaşıyoruz. Nezaket, ruhun güzelliğidir. Öyle bir güzellik ki olmadığı yerde dış güzelliği de çöp eder. Olduğu yerde ise şaşı bakan gözler şehlâya; kapkara bir ten kahve çekirdeği rengine; aksak bir ayak, rüzgârla raksa durmuş bir çiçeğin tek yöne salınışına döner, benzer.
Kadim bir kültürün beşiği olan Anadolu’da güzelliği severler, överler, derler ki mesela: “Çirkin ile bal yeme, güzel ile taş taşı.” Ama sonra hemen ardından da “Güzel yüze kırk günde doyulur, güzel huya kırk yılda doyulmaz.” sözünü eklerler. Güzel huyun özünde nezaket vardır. Bizim büyüdüğümüz yıllarda, insanlar iyi hallerini de kötü hallerini de aleni konuşmazlardı. Diyelim ki sohbet gelip ne yediği ile ilgili bir konuya dayansa mutlaka “Ayıptır söylemesi” sözünü başa getirirlerdi. Bir yeri gezip gelmiş olana “Yediğin içtiğin senin olsun, neler gördün, nereleri gezdin, onları anlat” denirdi. Mecbur kalıp da birine çok mahrem bir hâlini anlatmak zorunda kalsa birisi, utanarak “Yüzüm ayağının altına.” sözüyle konuya girerdi.
Nezaketin içinde saygı vardır, sevgi vardır, görgü vardır, kadim bilgi vardır; tevazu, alicenaplık, dürüstlük, haddini bilmek, ölçülülük, incelik, kibarlık, muhatabını düşünmek, empati vardır.
Okuldan çıkış vakitlerine denk geldiğim, o yüzlerine bakmaya kıyılmayacak kadar güzel çocukların, düzensiz ölçüsüz tavırları, kız erkek ayrımı olmadan birbirlerine bağrış çağrış küfürlü konuşmaları, öğretmenlerini çiğnercesine itişip kakışarak sokağa fırlamaları, yandaki büfeden aldıkları yiyecekleri avurtlarını şişirerek ağızlarına tıkarcasına döke saça yemeleri, nezaketi çok zorlayan görüntüler oluşturuyor. Bu çocuklar, muhtemelen, televizyon kanallarındaki gündüz kuşağında, ülkenin en ücra köyünden en ileri yöresine kadar her yere ait en dipte, en ahlaksız ilişkileri ifşa eden kadın programlarının sıkı takipçisi olan kadınlarla ilgili bir dairenin içindeler. Ya da “sosyal medya” denen ortamda, elinde her cep telefonu olanın görgüsüzce paylaştığı gösterişli kıyafetler, özel toplantılar, donatılmış yemek masaları ya da mahrem ev halleriyle de yakın bir bağlantıları var. Pazarda, halde, bakkalda meyve sebze satarken en iyileri öne, en kötüleri arkaya koyan, müşterisine kirpiği titremeden yalan söyleyen esnaf da bu yeni oluşan çürük toplum çetesinin gizli üyesi muhakkak.
Sözün özü, milletimizin köy evinden köşke, ahırdan saraya, her kesiminde tahsilden, bilgiden ve maddi güçten bağımsız asırlardır samimiyetle yaşadığı, yaşattığı, bizi simgeleyen, hayatımızı süsleyen, ömrümüzü bezeyen ‘nezaket’i kaybettik biz. Keşke çağın yeni imkânlarıyla donanmış, gelişmiş, güzelleşmiş, ilerlemiş bu toplum ‘nazik’ de olsaydı. O zaman mükemmele yakın bir dönemde yaşıyor olurduk.
Bütün bunları düşündükten sonra, Şair Nedim’in, yukarıda bahsettiğim gazelinde beyitler boyu sevgiliye ait olağanüstü güzellikleri sayıp son beyitte düştüğü hayal kırıklığına savruluyorum:
Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim,
Bir peri-sûret görünmüş, bir hayâl olmuş sana.
Ey Nedim, bu şehrin içinde senin anlattığın gibi bir güzel yok, senin gözüne peri yüzlü biri görünmüş, sen bir hayal görmüşsün.